Yaratıcısının Kötülüğünde Boğulan Kahramanla Şeytanın Kuyruğunu Kovalamak
“Geçen yaz ortasında Norveç’in küçük kıyı kasabalarından biri epeyce sıradışı bir olaya sahne oldu. Bir yabancı geldi; Nagel adındaki bu ilginç, kendine özgü şarlatan, yığınla tuhaflık yapıp geldiği gibi ortadan kayboldu. Dahası, genç ve gizemli bir kadın, kim bilir ne için, onu ziyaret etti; ancak bir kaç saat kalma cesareti gösterdikten sonra kendi yoluna gitti. Ama olaylar böyle başlamıyor…”
Knut Hamsun’un 1890’da yayımlanan ve kendisine şöhreti getiren Açlık adlı romanından iki yıl sonra yazdığı Gizemler yukarıdaki paragrafla açılıyor: Bir karakter, bir sahne ve pek çok soru işareti... Gizemler; bu “bugün bugün” kokan açılışıyla, kitabın omurgası Nagel karakterinin bilincinden akanlara ayrılan bölümleriyle ve yine başkarakterin okurla kurulacak ilişkiye dair omzunda taşıdığı yan görevleriyle Hamsun’un modern romanın öncülerinden biri haline gelmesinde önemli pay sahibidir. Hamsun 20. yüzyıl romancılarına yeni araçlar sunar veiçinde Franz Kafka, Charles Bukowski, Thomas Mann, Hermann Hesse’nin de olduğu pek çok yazarı dolaysız olarak etkilemiştir.
Knut Hamsun (1859-1952) - Knud Pedersen olan adını değiştirmiştir.
“Gizemler, Okuduğum tüm kitaplar arasında en yakın hissettiğim kitap.”
“Bana yazmayı Hamsun öğretti.”
“Bir dahinin işleri... Şu anda (1927) Avrupa’nın en büyük sanatçısı sizsiniz”
“En hak edilmiş Nobel Hamsun’a verilendir.”
“Gelmiş geçmiş en iyi yazar...”
Hamsun 1920 yılında Edebiyat Nobeli’ni aldı. Hamsun’un Gizemler için yarattığı “Johan Nilsen Nagel” de Raskolnikov gibi, Don Kişot gibi, Gregor Samsa gibi, Kaptan Ahab gibi günlük konuşmalara sızabilecek kalibredeydi. Pekiyi; Nobelli, yenilikçi, pek çok edebi süperstarın temellerinin harcına katılacak kadar güçlü ve önemli olmasına rağmen nasıl oldu da Nobel seçkilerinin dışında fazla konuşulmaz oldu? Hamsun Nobel Ödülü’nü Hitler'in Propaganda Bakanı Josef Goebbels’e sunacak kadar, Nazilerin Norveç işgali sırasında direniş karşıtı söylevler verecek kadar ileri derecede bir Nazi sempatizanıydı. Savaş öncesi pırıl pırıl parlayan adı, savaş ertesinde paslansın diye ıslak toprağa gömüldü.
Hamsun, 1943'teki Almanya ziyaretinde Hitler ile de buluşmuştu.
Gizemlere dönecek olursak, Hamsun romanda kendi sosyal düzeninde işleyen bir Norveç kasabasının işleyen tekerine Nagel’i sokuyor: Kasabanın yeni nişanlanmış Afrodit'i Sarı örgülü saçlı Dagny’sine karasevdalatıyor; entelektüel elitinin masasına, hepsini ufalamak üzere müdavim ediyor; engelli bahtsız zavallısı herkesin alay konusu Minik’ine hami yapıyor. Ama tüm bu kurguyu kaygan zemine koyuyor, ki hiçbir şey yeterince uzun ayakta kalamasın, okur hiç bir zaman hiçbir şeyden emin olamasın.
“Her şeye kulak kabartan önemsiz insanlarıyla bu kasaba tam bir karga yuvasıydı.”
“[Aşık olduğu Dagny için]Çok güzel, gerçekten öyle; onun ayaklarının altında ezilmek tatlı bir acı olmalı kuşkusuz; bir gün belki beni böyle ezmesini isterim, yapmayacağıma söz veremem.”
Edvard Munch (1863-1944) - Ay Işığındaki Selvi
Hamsun’un yığdığı soru işaretleri içinde, cevabı diğer tüm soruların da anahtarı olacak bir özel soru var: Kim bu Nagel? Ve belki de ne? Bazen sıradanlığı ve sıradanları - dönemin klişelerini yerden yere vuran devrimci bir monolog ustası; bazen herkesin lafını ağızlarına geri tıkan kurnaz bir şeytanın avukatı; bazen kasabanın sınırlarını belirsizleştiren mekansız bir düşünür; bazen takıntıları ve zihninin kuytularından çıkan tutkularıyla bilincini kaybeden bir dolandırıcı, bazen de savrulmaları kendini tüketecek kadar tehlikeli bir baş belası. Aslında, adından bile emin olamadığımız bir --- “şey”.
“Arada sırada canım karşı gelmek istiyor.”
“Son anınızı şu ya da bu ünlü şairden alıntı yaparak lekelememenizi istiyorum sizden. Büyük şair nedir biliyor musunuz? Asla yüzü kızarmayan biridir.
Victor Hugo 1870’te ne yaptı biliyor musunuz? Dünya sakinlerine yönelik yayımladığı bir bildiride, Alman askerlerinin Paris’i kuşatıp bombalamasını çok katı bir dille yasakladı. “Burada torunlarım ve başka yakınlarım var, mermilere hedef olmalarını istemiyorum.” dedi Victor Hugo.”
İlk baskının kapağı
Çelişkiler, kandırmacalar, bir dediğini sonra yalanlamalar… Hamsun, hikayeyle okur arasında mesafe bırakıyor; gözlerinizi kıssanız da bu mesafeden tam olarak ne olduğunu göremiyorsunuz. Tam mesafe daralıyor bu sefer de nereden geldiği belli olmayan bir sis her yeri sarıyor. Sis tam dağılıyor derken bu sefer de ışıklar sönüyor. Nagel’e çok yaklaşılmasın diye hikayeyi üçüncü ağızdan dinliyoruz, ancak zaman zaman bazı bölümlerde Hamsun Nagel’in kafasının içini açıyor ve kahramanının bilincinden akanları dinletmeye/izletmeye/hissettirmeye başlıyor.
Johannes Brahms (1833-1897) Macar Dansları No. 5 in G minor
Nagel tüm kasabayı kemanıyla büyülemesine, hemen herkes bir kere daha Nagel’den keman çalmasını rica etmesine rağmen, Hamsun iki sayfada okuru Nagel’in keman çalıp çalamadığını sorgulatacak hale getiriyor. Kitapta Bhrams’ın Macar Dansları’nı çalar.
“‘Sondaki o korkunç yay çekmeleri niye yaptınız?’ Diye sordu Bayan Andersen.
’Bilmiyorum doğrusu,’ diye yanıtladı Nagel, ‘öyle çıktı işte. Şeytanı kuyruğundan yakalamaya çalıştım.’”
“Daha önce kızdığın ne varsa öve öve göklere çıkartmak istiyorsun şimdi: Sonsuz barış için kutsal bir savaş vermek istiyor, postacıların ayakkabılarını iyileştirmek için bir komisyon kurmayı düşünüyor, Pontus Winker için iyi konuşuyor, evreni ve Tanrı’yı aklıyorsun.”
Nagel uzun tiratlarla konuşuyor; kasabanın elitleriyle beraberken sıklıkla sazı eline alıyor ve aralara ufak hikayeler serpiştiriyor ve bazen kafasının içinde akan düşüncelere okur ortak ediliyor. Bu hikayeler ve kafasından geçenler okurun soru işaretleri ve gizemler arasında kaybolmadan ilerlemesini sağlayacak bir patika sağlıyor.
"Doğuluların asi beyinlerinin ateşli ürünleriyle, devasa şaşkınlıklar yaratma yetenekleriyle hiç kimse boy ölçüşemezdi. [Kuzeyli] Efsanelerimiz ayakları yere basan, doğrusu yerin altında alan türden; deri pantolonlu düş gücünün ürünleri, çatıları ot kaplı kütük kulübelerde karanlık kış gecelerinde uydurulmuşlar. Binbir Gece Masalları’nı Okudunuz mu?... Kahramanımız şatafatlı bir prens değil, kurnaz bir zangoçtur. Okyanusun gizemli, acımasız güzelliğini alıp ne yaptık? Yalnızca küçük bir Nordlanda takası bile Doğulu’nun gözünde efsanevi bir tekneye, bir hayalet gemiye dönüşür." - Nagel
Hamsun, okuyucunun dilini sarkıtıp saçlarını dökmemek için, diğer karakterlerin duygu durumlarını, ruhlarını ve kim olduklarını ve bir anlamda romandaki görevlerini Nagel’in aksine çok berrak çizmiş. Durumlar arası geçişler çok net. Kitabın denklemi böylece içinden çıkılamaz bir karmaşıklığa ulaşmamış. Hamsun içine ilk girdiği zihin bilinç akışlarını üzerinden Nagel’inki. Bir sonraki adımda Nagel’i anahtar olarak kullanıp, diğer karakterlerin kabukların altından; kibir, bozgunculuk, kıskançlık, yapaylık, bencilliklerini çıkartmış: Nagel’i tetik olarak kullanmış. Hamsun diğer karakterleri Nagel ile o kadar güzel açmış ki, sonunda anahtar okurun kendisine çevirebilmiş ve okurun kendi kendini Nagel ile soymasının yolunu yapmış. İşte tüm bunlar olurken modern psikolojik roman türünün ilk – ve sıkı – örneklerinden biri ortaya çıkmış.
“Tanrı aşkına bana kulak ver! Saatim çalıp öldüğümde sana geleceğim; duvarda ispati (sinek) valesinin yüzüyle görünüp bir iskelet olarak karşına çıkacak, tek ayağımın üzerinde hoplayıp zıplayacak, dokunuşumla seni felç edeceğim. Yapacağım işte, yapacağım! Kutsal cehennemde yanayım ki böyle dua ediyorum.” -Nagel
Hamsun tüm bunları çok basitmiş, daha önce çok örneği varmış da o bir başka versiyonunu yazıyormuş gibi kolaylıkla yapar. Gizemler, Açlık kadar direkt roman değil ama burada oynadığı oyun da çok zekice.
“Bir de bizim doktor var. Çok iyi bir hekim, büzülü dudakları ve kibriyle bilimi simgeliyor.”
“Düşünce biçimim kısaca şöyle: Yaşamı tüm şiirden, düşlerden, güzelim gizemlerden, yalanlardan arındırmanın temelde bize ne yararı olur, daha önce sorduysam özür dilerim, ama ne yararı olur bize?”
Modernizmin - kendi belini de kıran - karanlık tarafına sevgiyle bakan Hamsun, Gizemler’i genç modernizmin kaslandığı ve tüm haşmetiyle Avrupa üzerinde dolandığı dönemde yazdı. Ancak Gizemlerde post-modernizmin kendi saltanatı başlayınca her yerin, her şeyin üstünü kaplayacak o kendine has tadının alındığı yerler de var. Modernizmin ifrazatı olan ideolojilere bu kadar yakın duran Hamsun’da, bu ideolojilerin zehriyle ölen modernizmin açtığı boşlukta yaşam bulacak ve insanlığın başına başka bir cins bela açacak post-modernist tatlara rastlamak şaşırtıcı bir deneyim. Hamsun, daha modern romanların emeklediği bir dönemde tüm modern romanlara büyükbabalık, büyük-amcalık yaparken bir yandan da Post-modernizme de büyük büyükbabalık yapıyor.
Düşünce Balonu: Placebo ve/veya İyileşeceğine İnanç
“İki yaklaşım da aynıydı [bilimsel ve metafiziği temel alan yöntemler]. Her şey hastanın iradesine, inancına, tavrına bağlıydı. Doktorların kepenk kapatmasına gerek yoktu, sonuçta sadık cemaatleri vardı; eğitimli kişiler onlara bağlıydı ve eğitimliler ilaçlarla iyileşirken sıradan kişiler demir yüzükler [Nagel’in devamlı takmak zorunda hissettiği yüzüğüne atıf], yanık insan kemikleri ve mezarlık toprağıyla iyileşirdi. Çok iyi bir ilaç olduğuna inandırıldığı için basbayağı su içerek iyileşen insanlar yok muydu?”
Plasebo. Bugünlerde Hamsun’un dediğine plasebo (etkisi) diyoruz, biliyorsunuz. Çünkü, plasebo deyince “iyileştiren şeyi” bilimsel düzleme taşımış ve rahat etmiş oluyoruz. İyileştiren şeyin günlük dilde karşılığı var: Hastanın iyileşileceğine olan inancı. Fonetiği şahane ve yakışıklı olan Plasebo diye adlandırınca “iyileştiren şeyi”, gerçek bir ilacın (bilmedik bir beyaz hapın) yaratacağı bilmedik etki kadar ihtimam görüyor – Modernizm’i özleyenler rahat ediyor. Bu şifacı inancın hangi yoldan yaratıldığı ona olan saygımızı neden etkiliyor? Bu inanca götüren aracı ha aktif maddesi Latince bir şeyler olduğu sanılan bir bonibon olsun, ha meymenetsiz bir sakallının ağzından dökülen yabancı dilde melodik cümleler; niye bu kadar fark ediyor?
Girdileri ve çıktıları tamamen aynı olan iki kara kutuya neden farklı davranıyoruz. Neden kutular gözlerimizde o kadar da kara değil? Üzerlerinde markaları yazıyor. Bir pozitivist, baktığı kara kutunun üstüne plasebo yazıyorsa rahatlıyorken, nazar duası ya da Reiki’ye yüz buruşturuyor. Dindarın kara kutusunda Tanrısının şifa gücü ve dua dışındaki etiketler mesafeyle karşılanıyor. İşe yaramasının yanında yordamda da kendimizce bir şövalyelik bulamazsak, işe yaramasa daha iyiye kadar düşmek bir ön yargı/eğilim kusuru olabilir.
Dr. Aaron Carroll - Youtube Kanalı: "Healthcare Triage" - Placebo (İngilizce)
Balon sonu
“Tanrı’nın gözünde bir günahsa yaptığım, ona yanıtım şu: Bana yaz, deftere işle, ekle hesaba; ruhumla öderim sırası gelince saat vurunca.”
“Geldiğiniz yer her zaman tatlıdır. Bu küçük ölçekli bir vatanseverliktir; yuva hissi.” Büyük ölçeğe geçince Hamsun'un yuvasever vatanseverliği milliyetçiliğe ve İngiliz emperyalizmi karşıtlığına dönüşür. Zamanla bu karşıtlık, Almanya hayranlığıyla birleşince en büyük lanetine dönüşür – Hamsun bir Nazi sempatizanı olur. Hitler ile bir araya gelir; ölünce ona bir ölüm ilanı/ağıt yazar.
Hamsun'un Hitlere yazdığı ilandan: "... o bir savaşçıydı, insanlık için savaşan bir savaşçıydı. Tüm memleketlerin hakları olduğunu söyleyen bir ilahiyi söylerdi..."
Hamsun (1996, Troell) Hamsun’un hayatını anlatan filmden
Hamsun’un sanatını tabii ki siyasi görüşlerinden ayrı ele almak gerekir. Ama Post-Modernizmin belki de tek yan etkisiz hediyesi bu “gerekir”lerin sınırlarını flulaştırması ve bir ömürlükten fazla seçeneğin üretilmesine uygun bir ortam hazırlaması oldu. Bazı gerekirlerin üzerinden kolayca atlayabiliriz… 1945’te Oslolular da Hamsun'un sanatını kendisinden ayıramamışlar: İşgalden sonra evlerindeki Hamsun kitaplarını kapısının önüne sessizce bırakarak evinin önünde Hamsun’un kendi kitaplarından bir utanç dağı yükseltmişler.
25 yaşında Amerika’dayken hastalanıp bir kaç ay ömür biçilen Hamsun sonra 93 yaşına kadar yaşadı. 2. Dünya savaşı başladığında 79 yaşındaydı. 79 yaşındaki Nazi için bir şey diyemem, ama üç şaheser (Açlık, Gizemler ve Pan) yazan ve Kafka’dan Palahniuk’a bugün okuduğumuz hemen her şeyin içinde az çok tuzu olan 31, 33 ve 35 yaşlarındaki genç adam da mı sadece nefreti ve aşağılamayı hak ediyor?
Knut Hamsun 30'larında...
Kimlere Uygun:
- Yazar değil eser diyenlere
- Yazarın eseri önemli, yaşamı magazin diyenlere
- Bilinç akışlarından keyif alanlara
- Psikolojik romanların değişken temposundan yorulmayacaklara
- Soru ve gizem seven, meraklılara
- Kitap bitince bir süre daha “Ne oldu yau şimdi?” diyip kitapta kalmaya hazır olanlara
- Dostoyevski sevenlere
Kimlere Uygun Değil:
- Adam Nazi. (nokta) diyenlere
- Kendisini sevmediğim adamı okumam arkadaş diyenlere
- Karakterlerle özdeşleşmeden kitaba giremeyenlere
- Uzun tiradları ve içsesleri sevemeyenlere
- Ana hikaye hikaye içinde hikayelerle dolanmaktan sıkılanlara
- Kitap her sorduğu soruyu cevaplamalıdır’cılara
- Net sonlar ve kapanışlarla rahat edenlere
- Hikaye içinde yapbozlarla uğraşmak istemeyenlere
- Daha önce sonu tuhaf biten en az bir kitaba “Meh. Saçma!!” demişlere
Kitaba ulaşmak için görsele ya da buraya tıklayınız.
Görsel Kaynakları: Tor-Arne Moen, Morgenbladet, John Bauer, Zhuang Hong Y , One Girl rule The World, Viral Thread